ÖRTÜ
.
.
Örtü…
.
.
.
.
Dinin örtüsü
“Ey Kitap Ehli, neden hakkı batıl ile ÖRTÜyor ve bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz?”
Kur’an-ı Kerim, Al-i İmran Suresi 71. Ayet
Hiçbir Müslümanın, Kur’an’ın indirildiği günlerde, “hakkı bildiği halde gizleme” şansı yoktu. 600’lerde herkes için herşey yeniydi ve herkes İslam’ı hepbirden daha yeni öğreniyordu. İşte bu yüzden yukarıdaki gibi “Ey Kitap Ehli” ile başlayan ayetlerin o günlerde seslendiği kişiler Yahudiler ve Hıristiyanlar’dı.
Kur’an’ın indirildiği o günlerde,
Ey Kitap Ehli ile seslenilen Hıristiyanlık 600 yaşındaydı.
Bugünün Müslümanlığı ise tam 1400 yaşında.
1400 yıl: Kitap ehli olmak için fazlasıyla yeterli bir zaman…
21. yüzyıla geldiysen eğer ve elindeki kitap Kur’an’sa,
senin sevdiğin deyimle kıyamete kadar geçerli olacak kitapsa elinde tuttuğun;
Ehli Kitap seslenmeleri artık 2 değil 3 kitabı kapsamaya başlamıştır artık.
Artık, kibirinle, ayetleri üzerine almama alışkanlığınla fazla uzağa gidemeyeceğin günler gelip çatmıştır. Zannettiğinin aksine, elinde tuttuğun o kitabın imana çağırdığı kişi, öncelikle ve belki de yalnızca SEN olmuşsundur gerilikçi kardeş…
Kur’an-ı Kerim, Maide Suresi 68. Ayet
De ki: “Ey Kitap Ehli,
Tevrat’ı (Kitapları saymaya başlıyoruz. Kitap: 1)
İncil’i (Kitap: 2 )
ve size Rabbinizden indirileni (Bu da ayetteki gizli kitap, KİTAP 3: Kur’an-ı Kerim)
ayakta tutmadıkça hiç bir şey üzerinde değilsiniz.”
—
“Ey Kitap Ehli,
Tevrat’ı, İncil’i ve size Rabbinizden indirileni ayakta tutmadıkça
hiç bir şey üzerinde değilsiniz.”
Dinci kesim;
İbadet özgürlüğü adı altında verdiği,
hatta savaş haline getirdiği bu mücadelede
ACABA HİÇBİRŞEY ÜZERİNDE OLMAMA İHTİMALİni düşündü mü?
Düşünseydi Allah’ın gönderdiği İSLAM ile,
İnsanların yarattığı Müslümanlık arasında böyle bir uçurum olmazdı.
Kur’an ilkelerini ihlal eden adamdan Allah’ın askeri olur mu?
De ki: “Ey Kitap Ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin…”
Kur’an-ı Kerim, Maide Suresi 77. Ayet
Müslümanların, Kur’an’ın Hıristiyanlara konuştuğunu zannetmesi tarihin herhalde bilinen en dramatik yanlış anlamasıdır. Güzel kardeşim senden bahsediyor, sana söylüyor, seni uyarıyor. Nasıl ki bu yazının amacı ÇİN HALKINI aydınlatmak değil, Kur’an’ın da hedef kitlesi senden başkası değil. Dinci kesimin, Kur’an-ı Kerim’i, müstağniyet perdesini kaldırarak, yeni baştan ve de ilk defa okuyormuş gibi -ki gerçek olan da bu- ele almasında fayda var. Bu yeni bakış açısıyla adım atılan kutsal kitapta onları bambaşka bir İslam bekliyor olacak. İlk günden bugüne Allah’ın Müslümanlara çağrısının, uçlarda yaşamamak, toplumla asgari müştereklerde buluşmak üzerine olduğunun farkına varmak gibi.
De ki: “Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda MÜŞTEREK BİR KELİMEYE GELİN…”
Kur’an-ı Kerim Al-i İmran Suresi 64. Ayet
Evet, dindar Müslüman kadınlar, üniversiteye gitsinler. Mümkün olduğunca çabuk ve çok.
Sorgulamaya başlasınlar kendilerine yaşatılan hayatı.
NEDEN erkek nesli değil değil de kadın nesli? NEDEN inancından ötürü içeri giremeyenler erkekler değil de kadınlar olmuş hep? İslam NEDEN erkekler için de giyim-kuşam düzenlemesi getirmemiş? Yoksa İSLAM sadece KADINlara mı gönderilmiş? İslami erkek giyimi diye birşey varsa da NEDEN dindar erkekler bu giyimi terketmiş? Yoksa Müslüman kadınlar DİNSİZ erkeklerle mi evliler? Erkeğin takım elbise-kravata geçişi neden “İBADET KISITLAMASI” başlığında ele alınmamış? Sarık-cüppe gitmiş, gidişi konu bile olmamış, NASIL oluyor da başörtüsü gitmemiş, GİTTİRİLMEMİŞ bir türlü? Sarıklar bu kadar BOLken, baştaki örtüler NEDEN bu kadar DAR? “İnancım mı eğitimim mi?” çatışmasında erkekler EĞİTİM diyebiliyorken, NEDEN kadınlar İNANÇ demek zorunda kalmış hep? NEDEN sadece kadınlar? Kur’an İFFETİ çift cinsiyetli bir kavram olarak kullanmamış mı? Öyleyse NEDEN İFFET sadece Müslüman kadının konusu olmuş? İslam’ın görmek istediği erkek tipi, NAMUSSUZ erkek mi? NEDEN NAMUS sadece kadının, yegane kavgası haline gelmiş? NEDEN? NEDEN? NEDEN?
Kadını değil, İslam’ı örten bu örtüyü kaldırmanın zamanı geldi.
Hemen söyleyelim. İşimiz hiç de uzun sürmeyecek.
Dikkatle okuyoruz;
“Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları veya babaları ve kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kızkardeşlerinin oğulları veya müslüman kadınları veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler, ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey inananlar! Saadete ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah’ın hükmüne dönün.”
Kur’an-ı Kerim Nur Suresi 31. Ayet
Gördün mü bak ayet başörtüsünden bahsediyor diyenler fazla sevinmesin. Kur’an, düz mantık sevmez. Kur’an kafa çalıştıranların kitabıdır. O cümleye tekrar bakalım hemen, şimdi:
“Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar.”
Farza konu olan davranışlar, fiillerden türerler. Peki, yukarıdaki ayetin fiili nedir? Başını örtmek midir? Yoksa örtüyü yakanın üzerine salmak yani göğüs bölgesinin örtülmesi midir? Bu ayet, kadınların başına örtü geçirmez. Kadınların başında zaten varolan örtüyle ilgili bir yönlendirmede bulunur. O örtünün, göğüs bölgesine doğru aşağı salınmasını söyler. Bu ayet baş örtmez. Bu ayet, sadece boyun altı bölgeyi örter. Çünkü, ayetin fiili örtünmek değildir. “Fiil” konusuna bir örnek verelim hemen, konu daha net anlaşılsın. Cuma Suresi’nin 10. ayeti; “Namaz bitince yeryüzüne yayılın;” demektedir. Bu ayetin fiili nedir?
Eğer önceki ayetin fiili; “başınızı örtün” ise, o zaman bu ayetin fiili de “Namazınızı bitirin!”dir. Kur’an “Hadi bitirin namazınızı” der mi? Demez. O ayetin başınızı örtün demediği gibi. Ayet, kadının başında zaten varolan bir örtüye yeni bir fonksiyon yüklemektedir. Nedir peki o örtü? Yada kimlerde bulunur? Ve en önemlisi sadece kadınlara özgü bir örtü müdür?
Suudi Arabistan’ın kralının da başında bir örtü vardır. Şanlıurfamızdaki herhangi bir köylü erkek vatandaşımızın başında da örtü vardır. Sıcak bölgelerde örtünün kullanım kökeni TERMOS ETKİSİ’dir. Bu, erkekte de varolan bir örtüdür. Sıcak yörelerde insanlar, kadın-erkek, dışarıda başını örtmeden yaşayamaz. TERMOS ETKİSİ…
Ayetteki örtü, işte o örtüdür. Ve o örtüyü Kur’an örtmemiştir.
Yerel koşulların örtüsünün, evrensel bir örtü haline getirilmesi, tümüyle İslam’ın kendisinin dışında gelişmiş bir konudur.
Bir dolu hısım-akrabadan bahsetmek suretiyle şaşırtmacalarla içeren bu ayetin kritik bölümlerini tek tek alalım önümüze.”
“Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, İffetlerini korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar.”
“Süslerini….. göstermesinler.”
“Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar.”
Başörtüsüne temel dayanak olarak gösterilen bu ayetin saçla yada başla en ufak bir ilgisi yoktur. Bu ayet, baştan sona kadınsal süslerle ilgilidir. Nedir bu süsler? Süs kavramı, günlük hayatta kullanımı olmayan, Kur’an’la birlikte tanıdığımız, insan anatomisine getirilmiş yeni ve farklı bir tanımlamadır. Bu kavramı kim getirdiyse, detaylarını ve açılımlarını da bize o verir. Kaynak Kur’an’dır. Ayette, uzun-uzadıya yer verilmiş hısım-akraba listesinin arasında, “kadınsal süs” kavramıyla ilgili ihtiyacımız olan bütün detaylara aslında yer verilmiştir. Hemen bakalım.
Birincisi kadınsal süsler ikiye ayrılır. Ayetin söylediğine göre.
1- Kendiliğinden görünen kadınsal süsler.
2- Görünüp görünmemesi kadının davranışlara bağlı olan kadınsal süsler.
1 kere şunda hemfikir olalım önce. Günlük hayatın akışı içinde, kadınların bazı süs unsurları görünecek. “Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar.” bu ifade, senin tutmadan önce abdest aldığın kutsal kitabına ait. Bana değil.
Peki, bu süsler hangileri olacak? Hangi süsler sakınılacak, hangileri sakınılmayacak? Meselenin düğüm noktası da işte burası.
Ne diyelim buna? Bence en doğru karşılığı: Kur’an mucizesi. İslam aleminin kutsal kitabı olan mucize kitap Kur’an-ı Kerim, düğüm halini almış olan bu konuda, gözümüzün önünde uygulamalı bir deney yapmakta.
Evet yanlış duymadınız.
BU AYET DENEYSEL BİR AYETTİR.
Kur’an’da görsel şekil yoktur. Bunun yerine, insan zihninin imgeleme yeteneğini harekete geçirici cümleler kullanılır. Kur’an, getirdiği “kadınsal süs” kavramının sınırlarını çizmek için de uygulamalı bir egzersiz vermektedir bize;
“Gizledikleri süslerin bilinmesi için
AYAKLARINI YERE VURMASINLAR.“
Kur’an ayetlerinin kriptografik yapısına bundan güzel örnek az bulunur. Ayaklar yere vurulduğunda ortaya çıkan süs, aslında kadının gizlediği değil ayetin gizlediği süs tanımıdır. Ayet, “Görünüp görünmemesi davranışlara bağlı olan kadınsal süsler”in nasıl tespit edileceğinin tarifini vermektedir.
İSLAM DİNİ’NDE BAŞÖRTÜSÜNÜN YERİNİN OLUP OLMADIĞINI MERAK EDEN HERKES AYAĞA KALKMAYA DAVET EDİLİYOR ŞU ANDA. BİR DENEY YAPACAĞIZ HEP BİRLİKTE. GİZLENMESİ GEREKEN SÜSLERİ ÖĞRENMEK İSTEYEN HERKES AYAKLARINI YERE VURSUN.
KADIN-ERKEK FARKETMEZ. DİLEYEN HERKES VURABİLİR.
AYAK AYAKTIR, SAÇ DA SAÇ. BU DENEYİN KADINLARDA AYRI ERKEKLERDE AYRI SONUCU YOKTUR. FİZİK KANUNLARINDA HAREMLİK-SELAMLIK BİR UYGULAMA YOKTUR ÇÜNKÜ.
AYAKLARINIZI YERE VURDUĞUNUZDA, SALINIM HAREKETİ YAPARAK KENDİNİ BELLİ EDEN İNSAN UZUVLARI HANGİLERİ TESPİT EDEBİLDİNİZ Mİ?
Belki de asıl soru;
İÇİNİZDE AYAĞINI YERE VURARAK
“SAÇLARINI”
HAREKET ETTİREBİLENİNİZ OLDU MU?
Oturduğu yerde kadınlara yedi kat örtünme fetvası verenler. Size hemen oturmak yok, siz daha uğraşacaksınız. Madem o fetvayı verdiniz o halde, saçlarınızı hareket ettirebilene kadar ayaklarınızı yere vuracaksınız. Başaramıyorsanız bir türlü, usulca yerine oturacak TEVBE edeceksiniz. Aşağıdaki Kur’an ruhunu ihlal ettiğiniz için;
“Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla şuna helal, buna haram demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler.”
Kur’an-ı Kerim Nahl Suresi 116
İSLAM’LA YAKINDAN UZAKTAN İLGİSİ OLAN
HERKES ŞU İLKEYİ NOT ETSİN BİR YERE.
DİNİ “FAZLA” UYGULAMAK
DİNİ EKSİK UYGULAMAKTIR.
İslam sistematiği, Müslümanları extra uygulamalardan men etmiştir. Fazla ibadet göz çıkarmaz cinsinden davranışlarla İslam dinine “katkı” yapmak yasaktır. Dinini değiştirirsin, bunu herkese ilan edersin, ondan sonra dilediğini yapabilirsin.
***
Bir çift söz de, sözde İslam ULEMASINA;
İnsan kalbinin, topuklarda olduğunu zannettiği ortaya çıkan bir doktorun akibeti ne olur?
O saniye doktorluk belgesi iptal edilir.
İşte, İslam’ın kördüğümü olmuş bu ayeti,
ayağını vurmadan okuyan ve okutan tüm bilirkişilerin
ilahiyat diplomaları İPTAL edilmiştir.
***
Örtünün dinsel boyutu konusunda daha fazla bilgi isteyenler Tanrı’nın doğum günü’ne başvursun, bizim konunun diğer boyutlarına geçmemiz gerekiyor.
Dinin örtüsü hakkında son söz:
Geleneğin örtüsü diyin, yöremizin örtüsü diyin hatta keyfimizin örtüsü diyin.
Ne derseniz diyin.
O ÖRTÜYE ASLA İSLAM’IN ÖRTÜSÜ DEMEYİN.
“Ey Kitap Ehli, neden hakkı batıl ile ÖRTÜyor ve bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz?”
Kur’an-ı Kerim, Al-i İmran Suresi 71. Ayet
.
.
.
Milletin örtüsü
Özgür iradeyi sınırlayan, insan eliyle yoğurulmuş bütün yasakların karşısındayız. Yukarıda ortaya döktüğümüz gerçek, kadınların dinen örtüye büründürülmesinin yanlış olduğuydu. Bu noktada bizi bir başka gerçek daha bekliyor. O da, her insanın yanılma özgürlüğüne sahip olduğudur. Başörtüsü dini bir zorunluluk olmayabilir, bu yaklaşımı İslam’a monte etmek, tümüyle İslam’a karşıt bir hareket olabilir. Fakat her konuda olduğu gibi, İslam konusunda da insanların yanılma hak ve özgürlüğü vardır. Bu yanlış İslam’a karşı bir yanlıştır ve bunun (varsa) bedeli de İslam birimi üzerinden olacaktır. Sen karşındakini yanlıştan döndürmek için, elinden gelen tüm aydınlanma çabasını gösterebilirsin. Ancak, karşı tarafın seni dinleyip dinlememesi de tümüyle onun özgür iradesidir. Yanılma hakkını, doğruyu bulma hakkıyla değiştirmeye karar verirse, o örtü ancak o zaman kalkar. Sen onu buna zorlayamazsın. Mecbur bırakamazsın. Onu ikincil vatandaş ilan edemezsin. Değişmezlere gelmeden, bu anayasanın a harfidir. Eşitlik ilkesidir.
Toplumca kabul edilen ahlaki alt ve üst sınırı aşmayan hiçbir kıyafet, karşı tarafa zarar veremez. Bir insanın başını örtüp örtmemesi kişisel özgürlüğünün sınırları içinde olan bir konudur. Siyasi atmosferin ne olduğu, onu bağlamaz. Devlet, vatandaşına gardrop dayatamaz, şunları şunları at, şunları şunları giy diyemez. Dedirtmeye uğraşanların “devlet”in ne demek olduğuyla ilgili bilgi eksiklerini derhal gidermesi gerekir. Devlet, tepede herkesi gölgeleyen şemsiyedir. Egemen güçlerin kontrolünde bir kalkan değildir.
Televizyonda insanlar gördüm. “Türban siyasi bir simgedir” önermesini desteklemek amcıyla peşinden “delil” olarak “Almanya’da da gamalı haçla üniversiteye giremezsin.” sözleri sarfetmekte olduklarını gözlerimle gördüm. Bir kıraathanede duysaydım anlardım, bu insanların muteber ünvanlı insanlar olmasını gerçekten anlayamadım. Çok fazlasına gerek yok. Birazcık akıl, birazcık mantık ve birazcık sağduyu yeter. Gamalı Haç gibi münasebetsiz bir örneğin, İslam tartışmasında geçerli delil olabilmesi için, Almanya’nın %99’unun Neo-Nazi olması gerekir. Bilgilerine sunulur.
Bambaşka bir noktadayız. Başörtüsü konusunun, toplumsal boyutu burası. Burası doğruların değil gerçeklerin dünyası. Doğruların gerçek olmasını dileriz tüm kalbimizle. Bu yolda elimizden gelen-gelmeyen herşeyi yaparız. Fakat o gün gelinceye kadar da “gerçekçi” olmaktan vazgeçmeyiz.
Fanatik Kemalistlerin dışında kalan, makul ve ezici Atatürkçü çoğunluğun içinde, başörtülü kardeşlerimizin üniversiteye girememesinden ötürü mutlu olan tek bir insanımıza rastlamadım ben bugüne kadar. Hangi nedenle olursa olsun, bazı yurttaşlarımıza üniversite yolunun kategorik olarak kapalı olmasının, hepimizin içini acıtan bir konu olduğu gerçek. “Keşke girse” ama “Girerse bu işin ucu şuralara varır” hesaplaşmaları var kafalarımızın içinde.
Başörtüsünün kendisi dinsel boyutta yanlıştır.
Yasağı ise sosyal boyutta yanlıştır.
Birileri örtünmeyi zorunlu tuttu, birileri de yasak kıldı.
Neresinden tutarsan tut-elinde kalan bu iki zihniyet,
bu ülkeye çok zarar verdi.
“Türban siyasi simgedir”, “Başörtüsü dışarı” diye yürüyüşler düzenleyen rektörlerimizin yürüyüş esnasında üzerlerinde bir başka simgesel kıyafet olan üniversite cüppesi olmasını, büyük bir talihsizlik ve anlık bir basiret bağlanması olarak görüyorum. Simgelere, simgelerle karşılık verilir mi? Sen benim sembolüm, senin sembolün diye diye bu işi karşılıklı maç haline dönüştürürsen, adam da gelir golünü atar elbet. Bu maçta sağduyu, hakemin bitiş düdüğüdür. Çatışmanın sona erdirilmesidir.
Baş örten gelenekten gelen genç kızlar bu iki grubun yarattığı çatışmanın ortasında açtılar gözlerini dünyaya.
Elimizde bir rakam yok. Fakat olmasını da çok isterdim.
Kimbilir kaç kız kardeşimiz,
kendine yeni bir kader çizmek,
o sert muhafazakâr kabuğu kırmak isteyen,
idealleri, hayalleri olan
öncesinde bir üniversitenin, sonrasında da bir kariyerin hayalini kuran
KAÇ KIZ KARDEŞİMİZ
KENDİSİNE ÜNİVERSİTE YOLU KAPANDIKTAN SONRA ZORLA EVLENDİRİLDİ?
Yıllara vurunca, yüzbinlerce olduklarını tahmin ediyorum.
Bizim az gelişmiş, sözde İslami geleneklerimiz;
Kız çocuklarına yetişkin bir yaşa geldikten sonra iki ihtimalden fazlasını sunmaz:
1- Ya evleneceksin.
2- Ya da evde kalmış olarak yaftalanacaksın.
Üçüncü bir kapısı yoktur, güneşin girmediği o kahverengi evlerin.
Sadece bir tanecik ruhsal YANGIN çıkış kapısı vardır.
O da üniversite hayalidir…
Duvarında bir pencere olsun mutlaka,
güneşe bakan.
Kıramıyorsan duvarı,
O zaman da cıvıl cıvıl bir pencere çiz kendine.
Tuğlaya gücün yetmiyorsa, sıvadan başla işe.
Odanın karartılmasına sakın ve de asla izin verme.
Sahici yada hayal farketmez.
Gökyüzü gökyüzüdür…
Kazanmaktan, kaybetmekten öte,
Üniversiteli olabilme olasılığıdır,
milyonlarca gencimizi ayakta tutan.
Herşeyden önce, üniversiteli olabilmenin fikri güzeldir.
Aslına bakarsanız, üniversiteli olamamak, kazanamamak bile birşeydir.
İçinde üniversite geçen bir cümledir herşeyden önce.
Kapısına kadar gelmişsindir, geri dönmüşsündür.
Olabilme olasılığın olmuştur en kötüsünden.
Fakat biz, hem de devlet baba eliyle,
işte o İHTİMALİ aldık o kardeşlerimizin elinden.
SENİN ÜNİVERSİTELİ OLMAN SÖZ KONUSU BİLE OLAMAZ dedik.
“Boşuna girme sınava. Kazansan bile giremezsin içeri…”
Çok ilginç bir ülkedir bizimkisi. Gerçekten, evet gerçekten bir başkadır benim memleketim. Benim memleketimde ilk ve orta öğretim dönemi için herkes seferber olur, “Haydi kızlar okula” diye bağırılır bas bas. Tutucu aileden gelen aynı kız, üniversite çağına gelince de bu sefer “Haydi kızlar eve” denilir. Kıza tam bir eğitim veremediğin gibi, üstüne üstlük bir de kafasını karıştırsın. Devlete isyanla doldurup hayata salarsın ve ondan devletine bağlı yurttaşlar yetiştirmesini beklersin. Dışdünyayla arasına uçurum yerleştirirsin, sonra da dünyadan kopuk olmakla suçlarsın.
Doktorları düşünün. Yürüyüş düzenlediklerini hayal edin. “Hastanemizde kanser hastası istemiyoruz” diye sloganlar attıklarını gözünüzün önüne getirin. Öğrencilerinden korkan bir üniversite… Bu ne özgüvensiz bir üniversitedir? Madem örtünmek karanlık, neden güvenmiyorsun içeride çocuklara verdiğin ışığa? Muhafazakâr korksun senden, “zihnime kimbilir hangi batılı zehirleri zerkedecek” desin. Sen ne korkuyorsun? Kanser hastasından korkan, onkoloji servisi olur mu? İnsanlar hasta olmasın diye yürüyüş düzenleyen adamdan hekim olur mu? Üniversitenin görevi insanları aydınlatmaktır. İçeride verdiğin eğitime güven. Yada güvenebileceğin eğitimler verir hale gel. Bence artık seç birini…
Altını önemle çizerim:
Örtünen kızların üniversiteye alınmaması, siyasi değil sosyal bir sorundur.
Meseleyi siyasetçilerin sahiplenmesi, özü değiştirmez.
Bu sınırlama, sosyal bir vaka olmuş durumdadır.
Canım çıkarsın o da örtüsünü…
Dünyaya onların gözünden bakmayı başaramazsan,
bu meseleyi asla anlayamazsın.
Belki de bu meseleyi sen tam olarak anlayamadığın için,
örtünenlerin sayısı hızla artıyordur. Kimbilir…
Canım çıkarsın o da örtüsünü…
Çıkarsın mı gerçekten?
17-18 yaşındaki kız çocuklarından bahsediyoruz…
Çocukluğundan beri işlenmiş ona.
Başını örtmezsen Allah baba seni cehenneme sokar demişler.
Baban da kafanı gözünü patlatır ayrıca.
İyisi mi sen bu örtüyü kafandan hiç çıkarma…
Onlar böyle demişler seneler boyunca.
Ve bir anda sen çıkagelmişsin…
Çıkar onu üstünden canikom… diyorsun.
Onun o örtüyü çıkarması ne demek sen biliyor musun?
İslam’da bir devrim yapacak.
“Yanlış biliyorsunuz. Kadının örtünmesi şart değil diyecek.”
Ve o daha 18 yaşında.
Aile içinde bir devrim yapacak.
Otoriteyi babadan alacak. Anadan da alacak. Abiden de alacak.
Dışlanma, şiddet görme hatta evden atılma pahasına alacak inisiyatifi.
18 yaşında yapacak bunu.
Oturduğu semtte, kadınların %99’unun başını örttüğü o semtte;
Ey insanlık! Kendimi gerçekleştireceğim ben,
ne dediğiniz umurumda değil diyecek.
“Mahalle baskısı”nı karşısına alacak.
Ve gene 18 yaşındayken olacak bütün bunlar…
Modern hayatın içinde büyüttüğün kendi çocuğun,
18’ine geldiğinde halâ çocuk olacak, ÖSS’ye bile kendin getireceksin,
Hiçbir yük vermeyeceksin sırtına, “o daha çocuk” diyeceksin.
Fakat iş muhafazakâr mahallenin çocuklarına gelince,
her birinden “Che Guevera” destanları bekleyeceksin.
Bir adaletsizlik gördüm sanki…
Muhafazakâr mahallelerde;
Kız çocuk doğar, büyür ve neler olduğunu anlamadan 18’ine geliverir.
Ne ara büyüdüğünün bile farkında değildir.
Geleneğin ona çizdiği yol lisede biter.
Şanslıysa o da.
Yüksek öğrenim görmek?
Mezun olup kariyer yapmak?
Bunlar onun için hiçliktir.
Yoktur böyle bir ihtimal.
Evlenir. Evlendirilir.
Zaten de başka ne yapabilir ki?
Neler olduğunu anlamadan çoluğa çocuğa karışmıştır.
Aslında bu kadar erken yaşta evlenmek zorunda değildim.
Başka bir yol çizebilirdim kendime’nin muhasebesini
en iyi ihtimalle 40’larında yapar.
Muhafazakâr düzene meydan okumasını beklediğin o küçücük kız çocuğu,
değil senin ondan beklediğin şeyleri yapmayı,
senin ondan ne beklediğinden bile haberdar değildir.
Nasıl olsun ki?
O DAHA ÇOCUKTUR.
Hadi yemeğe denilmiştir, sofraya oturmuştur.
Hadi yatağa denilmiştir, gece uykusuna bürünmüştür.
Ve şimdi de hadi evlen denilmektedir.
Sofraya nasıl oturduysa ana kuzusu, öyle de evlenivermiştir.
Bu, bir anlık birşeydir.
Liseyi bitirdin. Üniversiteye almıyolar mı? Bitti.
Yani öyle memleketin bir köşesinde,
28 Şubat 1997’den beri bekleşen kızlar falan olduğunu zannediyorsanız yanıldınız. Burada yada dışarıda eğitime devam eden minik bir azınlık hariç;
O kızların hemen hepsi evlendirildiler.
Ya da vasıfsız işlere sokuldular.
Sen ondan devrim bekliyordun,
o ise şu anda üçüncü çocuğuna hamile…
Sen ona üniversitenin hayalini, bir ihtimal olarak bile vermedin.
Hadi gel kabul et.
Kızların başında gördüğün o örtü,
gördüğün her yerde zihninin içinde,
senin içindeki seni örtmeye başladı.
Kadın-erkek dinlemeyen kara bir çarşaftı bu…
O örtü, önce İslam fobini ve sonrasında Tanrı’yla olan kavganı tetikledi.
Hayatında hiç yapmadığın empatiyi, örtülülerle kurdun.
Nefes alamıyordun.
Bu yüzden de onları görmemek iyi geliyordu sana.
Bu korkunu yatıştırmak adına kimleri mağdur ettiğini düşünmeye dermanın yoktu.
Törenin acımasız yönü bizde, hep cinayetlerle özdeşleşmiştir.
Aydınlar töre cinayetlerine tepki verirler. Sahi…
Bu zalım töre kaç cinayet işlemiştir?
3? 5? 10? 100? 1000?
Ben, yüzbinlerce genç kızımızı ölmeden mezara koyan,
diri diri gömen çok daha tehlikeli bir töre biliyorum.
OKUMASIN ÇOCUK BAKSIN TÖRESİ…
2000 senesiydi…
Üniformalılar sakallılara çok kızdı.
Babalarına kızdılar, kızlarına kestiler cezayı.
Mustafa Kemal, kadınlara SEÇME ve SEÇİLME hakkını ta 1934’te vermişti.
Hem de onunla aynı üniformayı giyenler, kadınların çok önemli bir başka hakkını aldılar ellerinden. Kadının eğitim hakkını, kısmîleştirdiler. Bazı kadınlar üniversiteye girebilir bazıları giremez dediler. Bi tane feministin gıkı çıkmadı. Çünkü, hepsi İslam korkusu içindeydi. Tir tir titreme halindeydi. O zaman şunu sorarım ben:
Tir tir titreyen adamdan topluma fikir önderi olur mu?
“Serbest bırakırsak şeriat gelir”
Bizim üniversitelerimiz batı temelli eğitim verir, dikkatinizi çekerim.
Orta-doğu temelli değil.Üniversitede dersini çalışan, başı bağlı kızlar üzerinden gelmez şeriat. Geleceği varsa;
“Medreseli” erkekler üzerinden gelir.
Şeriat öğretisi, evrensel kentin kelime karşılığında; erir gider bilakis.
Kendimden örnek vereyim herkese. Benim de başörtüsü sorunum.
Bir yazarım ben ve gerçek İslam özünü, o insanlara anlatabilmek istiyorum.
Ve ben başı bağlı o kızlara ulaşmak istiyorum.
Ben onları İslamî değil, bilakis bir an önce İslam’la tanıştırılması gereken bir kesim olarak görüyorum.
Bana söyler misiniz ben o kızlara nasıl ulaşacağım?
Biz o kızlara nasıl ulaşacağız?
Bizim kitabı evde okuyamaz. Darp bile görebilir.
Hadi bir yol bulalım.
İçinden geldiği “İslam” geleneğini sorgulamasını nasıl sağlayacağız?
Onu evkızı olmaya mahkum ederek mi?
Yoksa evrensel kentin kapılarını ona açarak mı?
Evden çıksın, gelsin.
Batı felsefesi okusun.
İktisat teorisini bir öğrensin.
İletişim bilimiyle tanışsın.
Bunları bilsin ki, kendi ruhsal sorgulamalarını daha yüksek bir perdeden gerçekleştirebilsin.
Bilmeyenlere bilgi yok. Böyle bir üniversite sloganı olabilir mi?
Başörtüsü yasağının kalkmasını herşey bir kenara, bu yüzden sevinçle karşılıyorum ben. Sosyal yönden.
Artık herkesin, hangi tip aileden geldiğine bakılmaksızın;
ÜNİVERSİTEYE GİRME OLASILIĞI OLACAK.
Duvarlara pencere resmi çizebilecek artık dileyen herkes.
Pencereyi gerçekten açmaya gücü yeter yada yetmez, o bilinmez.
Kahverengi evlerin hepsine güneş FİKRİ girecek herşeyden önce.
Sevinçliyim bu yüzden.
Peki, çağdaş bir görüntü müdür bu? Bence hiç değildir. Ancak, insanları kıyafetlerine göre sevmek de hiç çağdaş değildir.
Altını önemle çizerim.
Kadını bir çeşit teşhir malzemesi, salt bir fizik varlığı olarak gören, kişilik değil dişilik temelinde kadına bakan anlayış da yanlıştır, kadını sarıp sarmalayan anlayış da. Amerikan filmlerinde görürüz hep. Yetenekli erkekler saha içinde maç yaparlar. Kızlar ise saha kenarında, mini etekleriyle onlara tezahürat yapma halindedir. Batılı olsa da, işte bu da kadını “saha kenarına” iten bir modeldir. İçinde olduğumuz yüzyılda kadının yeri artık sahanın ortasıdır. Öz itibariyle modern kadınla muhafazakâr kadının hedefleri de, hayalleri de, kısıtları da, engelleri de ortaktır. Her ikisi de kendi gerçekleri içinde kendini, çevresine kişiliğiyle, fikriyle ve zekâsıyla kabul ettirme arzusu içindedir.
Size çok şaşırtıcı gelebilir belki, fakat asla şüpheniz olmasın. Kadını soyan zihniyetle, kadını sarmalayan zihniyet siyam ikizidir. İkisinin buluştuğu ortak nokta “içeride” çok büyük bir değerin olduğudur. İçerideki değer için: Biri “O kadar büyük ki açalım herkes görsün” demektedir. Diğeri “o kadar büyük ki açmayalım kimseler görmesin”düşüncesindedir. Bu kadar minik bir nüanstır aradaki.
Başörtülü kızlar konusu, kadınlığın evrensel sorunlarının yerel bir kesitidir.
Mutfak robotu da değildir kadın. Kozmetik malzemesi de. Türban, aynı zamanda bunun da tartışmasıdır.
Modern kesimimizin örtülü görüntülerden morali fazlasıyla bozuluyor. Şahsen ben çağdaş bulmadığım o görüntüye bakarak moralimi asla bozmam. Yolumdan da dönmem, umutsuzluğa da kapılmam.
Mustafa Kemal’i hatırlarım.
O, Türkiye hayalini, kadınların %90’ının örtülü, hem de kara çarşaflarla bezeli olduğu bir ülkeye bakarak kurmuştu. Devrimlerini o insanlara bakarak planlamış ve hayata geçirmişti. Türkiye Cumhuriyeti Paris’in elit cafelerinde tasarlanmış bir devlet değildir. Her çeşitten insana evsahipliği yapan Anadolu’da şekillenmiştir Cumhuriyet düşüncesi. İnsanlarının hepsini sevmişti o. Meseleyi bir bilinç eksikliği olarak görmüş, bu nedenle eğitim ve öğretim hamlesi başlatmış, kendini de başöğretmen olarak konumlamıştı. Türklerin Ata’sı, ayrıştıran değil birleştirmenin yolunu bulan biriydi hep.
19 Mayıs felsefesinde, kendi insanlarından tiksinmeye asla yer yoktur.
“Ne mutlu Türküm diyene” sözünü bir de bu açıdan, örtüsüz düşününüz.
İstiklal marşını okurken onun da gözleri dolar.
Tarih dersini o da senin gibi sever.
Ülkeye zarar verenlere o da senin gibi kızar.
19 Mayıs ruhu, bölünmek değil, birleşmektir.
Türkiye Cumhuriyeti, eğitim ve öğretim mucizesidir.
Öğretilmesi durumunda bir toplumun nerelerden nerelere gelebileceğinin bir ispatıdır. Herşeyiyle doğulu bir toplum, pekâla batılı muasır bir medeniyet olabilir, bunun gösterimidir. Eğitilmek ve öğretilmek şartıyla.
İnsanlarını eksik buluyorsan, yanlışlarını görüyorsan,
çözüm yolu, ona yolunun yanlış olduğunu anlatabilmenin bir yolunu bulmaktır.
.
.
.
Dünyanın örtüsü
Yanlışa düştüğümüz noktalardan biri de “21. yüzyıla geldik halâ türban tartışıyoruz.” sloganımızdır. İslam’ın kendisi bugünün çağdaş dünyasının bir numaralı ve de değişmez tartışmasıdır. Türkiye’nin iç mesele zannettiği şeyler gerçekte birer dünya meselesidir. İşte bu yüzden;
“Elbette ki tartışacağız”
Herkes bilsin ki Türkiye’nin örtü konusunu, şu anda olduğunun tam tersi şekilde, barış ve kardeşlikle çözümlemesi, dünya ve insanlık adına bir gelişme olacaktır. Türkiye’nin türban sorununun barış ve kardeşlik duygularıyla çözüme kavuşturulması, Amerika’nın Irak’la olan sorunun çözülmesidir. İsrail’in Filistin’le olan sorununun sona ermesi demektir bu. Başörtüsü dediğin sorun aslen, İslam geleneği ile modern dünya gerçeklerinin çatışmasıdır. Bu nedenle bu konu, önemli bir konudur. Bu konu aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa toplumuna katılımının konusudur. Modern Türklerin, muhafazakâr Türkleri görmeye “tahammül edebildiği” gün, Parisliler de İstanbulluları kendi ülkesinde, AB vatandaşı olarak görmeye tahammül edebilecektir. Türban, Almanya’da ateşe verilen ve 10 Türkün hayatına mâl olan yangının da fitilidir. Türban Türkiye’nin de değil dünyanın en kritik konusudur.
Medeniyetler savaşı projesinin çürütüleceği, yerine barışın yeşertileceği topraklar bu topraklardır. Ve bu toprakların bu konuları tartışmaktan daha önemli bir işi yoktur. Onca saçma tartışmanın içinde bu konu, tek ve en doğru konudur.
.
.
.
Devletin örtüsü
Ne mutlu Türküm diyene;
Her Türk, eşit derecede Türk’tür
demektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş mottosu, zannedildiği gibi, Türklüğü pohpohlamak için söylenmiş bir söz değildir. İmparatorluk geleneğinden gelen ve bu geleneği üzerinde sonsuz kadar taşımak durumunda olan, her tarzdan insanın biraraya geldiği o mozaikli o yapıyı birarada tutacak bir zamk olmak üzere söylenmiştir. Ne mutlu Türküm diyene.
Türkiye Cumhuriyeti aslen bir Osmanlı mirasçısıdır. Bizans geleneği-modern Yunanistan devleti gibi değildir Osmanlı devleti-Türkiye Cumhuriyeti ilişkisi. Batı’da olsun doğuda olsun, Türkiye Cumhuriyeti algısı asla Osmanlı tarihinden bağımsız değildir. Dünya, her zaman Türkiye’yi Osmanlı’nın modern bir formu olarak göregelmiştir. Yunanistan’ın yanındaki ülke değildir Türkiye. İran’ın yukarısındaki herhangi bir devlet de değildir. Türkiye çok farklı bir sahnedir. Farklı milletlerin tek devlet çatısı altındaki birlikteliğidir. İmparatorluk gene zannedildiği gibi bir yüzölçümü konusu değildir. Büyük devlet olmakla eşdeğer de değildir.
Üzerinde durmamız gereken İmparatorluk kelimesinin sözlük anlamı:
Kendi topraklarında oturan çeşitli milletleri egemenliği altında toplayan devlet biçimi
Türkiye mozaiği Türklere Osmanlı’dan mirastır.
Türkiye, küçük bir imparatorluktur.
VE BU NEDENLE DEVLET PARADİGMASIYLA DEĞİL
İMPARATORLUK BİLİNCİYLE YÖNETİLMESİ GEREKİR.
Hem doğunun hem batının gözünün kulağının üzerinde olduğu bu ülkenin, artık kendine sıradan bir devlet gibi bakmaktan vazgeçip dünya için ifade ettiği değerin farkına varması gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nin önem ve değerinin idrakında olmayan tek dünya toplumu Türk toplumudur. “Burası Türkiye!” ile “Orası Türkiye!” arasında bir uçurum vardır. “Burası Türkiye!” diyerek vatanını aşağılayan zihniyetin psikolojik altyapısı ezikliktir. “Orası Türkiye!” olumsuzluğunun altındaki psikolojik motif ise korkudur. Bu muhteşem bir çelişkidir.
Türkiye’nin sorunlarına, Belçika gibi yada bir Danimarka hiç değildir. Türkiye’nin sorunları çok sofistike sorunlardır ve Farklı milletleri çatısı altında KARDEŞÇE biraraya toplamak. Bu Osmanlı mirasıdır. Türkiye, Osmanlı konusunda reddi mirastan vazgeçip, bu bilinci elde ederse, imparatorluk perspektifine sahip olursa kangren halini almış, çözülmez denilen tüm sorunlar bir anda çözüme kavuşacaktır. Türkiye meselelerine Belçika meseleleri yada Danimarka sorunları gibi sıradan ve tekil bir devletmişcesine bakılamaz. Bu paradigmaya geçildiği gün, Kürt-Türk çatışması isteyen, güneydoğu milliyetçileri, aynı kefeye koyabilecekleri bir Türk kavramı bulamayacaktır en basitinden.
Kürt vatandaşlarından çekin, Alevi vatandaşlarına uzak dur, başörtülü vatandaşlarına sırtını dön. Bu, “Türkler olmasa Türkiye bir cennettir”e doğru bir gidiştir. Hayırsız bir gidiş. Düşünmek gerekir. Vatandaşıyla barışık olmayan bir devlet nereye kadar gidebilir?
***
Çok kısaca girip, hemencecik çıkacağımız, fazla kalamayacağımız bir nokta da şudur: Bir devletin, güneydoğu sorunsalını ve laik-dinci çatışmasını aynı anda yaşaması asla tesadüf olamaz. Felsefe düzleminde bu iki sorunsalın kökeni ortaktır. Güzel haber şu ki: Laik-dinci barışı, beraberinde güneydoğu kardeşliğini de getirir. Başka bir vakitte ele almak üzere bu konudan çıkıyoruz.
***
Osmanlı’ya hasta adam demişlerdi. Dünyanın savaşçı, çatışmacı yüzünün onun varisi olan Türkiye Cumhuriyeti’ne giydirdiği imaj ise “sokak çocuğu”. Ne batıya ne doğuya ait, ortada kalmış, kimsesiz bir çocuk…
TANRI’NIN DOĞUM GÜNÜ PENCERESİNDE İSE
TÜRKİYE, BİR OSMANLI PRENSİDİR.
Batının muassır değerlerine bağlı, eğitimli, laik diğer yanda ise geçmişiyle, coğrafyasıyla onur duyan, köklerine bağlı bir prens.
Türkiye’nin Osmanlı vizyonu yüklenmesinin din devleti olmakla yakından uzaktan ilgisi yoktur. Şundan kimsenin şüphesi olmasın. Bütün fikirleri değişse, dünyaya yeniden gelse, Türkiye’nin laik yapısını değiştirmeye Atatürk’ün bile gücü yetmeyecektir.
.
.
.
Siyasetin örtüsü
Anayasalar insanlar içindir. Kemalistlerin bu gerçeği bilmesinde yarar var. “Anayasamız bu şekilde. Bu anayasaya uygun bir şekilde giyin sen de” diyemez hiçbir çağdaş devlet. O şekilde giyinenleri, her şekilde giyinenleri kapsayacak bir anayasa yapar. Anayasalar insanlar içindir. İnsanlar anayasa için değildir. Nüfusunun yarısını dışarda bırakan bir devlet ve anayasa tanımı, eksik bir tanımdır. Tanım gerçekten bu şekildeyse, bunun hemen düzeltilmesi gerekir.
Ülkeyi ortadan ikiye bölen, çatışmacı ve dışlayıcı yaklaşımın, Mustafa Kemal’in Kemaliyle tek ortak noktası isim benzerliğidir. Zaten ben Kemalistlerin, hangi Kemal’in ist’i olduklarını halen çözebilmiş değilim. Esrarengiz, Monşer bir Kemal bekliyorum. Takipçisi oldukları kişinin Mustafa KEMAL olamayacağı o kadar açık ki. Ne yapıyorsa tam tersini yapıyorlar. Hayrettin Karaca’nın izinden gidiyoruz diyip, bütün ormanları ateşe vermeye benziyor bu durum. Felsefik olması gereken bu tartışmayı, “Taayiip, başörtüyüüü Bahçeli’yee taaak” şeklinde veciz sloganlarla sürdüren bir bilinç mertebesiyle, Mustafa Kemal dehasını yanyana koymak Atatürk’e hakaret değil de nedir?
Bu yasak kaldırılmalıydı evet.
AMA BU ŞEKİLDE DEĞİL.
Laiklerle dincilerin maçında dincilerin attığı bir gol olmamalıydı bu özgürlük. Toplam bir özgürlük hareketinin bir parçası olmalıydı.
Slogan herkese özgürlük olmalıydı. “Bizimkilere özgürlük” değil.
Milyonlarca kızkardeşimizin odasına güneş ışığının girmesi, bu sevindirici gelişme, tek taraflı siyasi bir zafer haline getirilmemeliydi. Bu iş, ortaokullara, liselere de inecek mi? Kamu dahil edilecek mi? İnsanlar bu sorularına net ve tatmin edici cevaplar alabilmeliydi. Düğmeye Madrid’lerde değil İstanbul’larda basılmalıydı. Kaçamak kaçamak da değil. İnsanlarının gözünün içine bakarak açıkça ve dürüstçe dile getirilmeliydi plan. Ama olmadı. Dinci unsur olmakla merkez unsur olmak arasında gidiş gelişler yaşayan iktidar partisi, dinci unsur olmayı seçti bu meselede. Oysa bu mesele, merkez olmayı zorunlu kılan bir meseleydi. Toplumla “müşterek bir kelimeye gelinmesi gereken” konuların en başıydı bu.
Hemen söyleyelim. Bizim iktidar partisine getirdiğimiz eleştiri,
laik olamamak falan da değil bilakis Kur’an ilkelerini ihlâl etmiş olmaktır.
Çözüm, yüzde yüzü kapsayan birşeydir. %53’ü tedirgin, %47’yi mutlu eden hamle, içeriğinde ne olursa olsun, felsefede çözüm kategorisine girmez. Futboldaki gol kategorisine girer.
Oysa o kadar muhteşem bir aygıttır ki insan aklı… Sen istersen 70 milyon 487 bin 917 kişiyi tatmin edecek bir çözüm bulur getirir sana.
Eğer gerçekten istersen.
***
Yanlış anlaşılmaya mahal yok. Biz başörtüsünün sadece üniversitelerde serbest bırakılmasından yanayız. “Kamusal alan” tabirini kullanmayacağız çünkü “Çankaya” kamusalında başörtüsünün bulunmasından ötürü bugün için bu tabir işimizi görmemekte.
***
Devlet daireleri terimini tercih edeceğiz bunun yerine. Devlet dairelerinde, personele başörtü serbestisi getirilmesine tümüyle karşıyız. Üniversite özel bir konu ve konumdur. Üniversite özgürlük alanıdır. Devlet daireleri ise sorumluluk alanı. Personel “gönlünce” giyinemez, Türkiye Cumhuriyeti devletini bir işyeri olarak düşünecek olursak, bu işyerinde giyinmenin ilkeleri Kılık Kıyafet devrimi ile belirlenmiştir. Trafik polisinin işe kot pantolonla gelme lüksü yoksa, üniforma giymek zorundaysa, aynı işyerinin hiçbir çalışanının, hiçbir devlet memurunun da böyle bir hakkı yoktur. Üniversitede başörtüsü serbest olmalı derkende bir parantez. Sadece öğrencilere serbest olmalıdır. Öğretmenler bu serbestinin dışındadır. Devlet dairesine türbanlı vatandaş giriş yapabilir. Arzu ettiği bütün hizmetleri alabilir. O “müşteri”dir. Memur ise hizmet edendir. Devlet dairelerine başörtüsünün sokulması, özgürlükler konusunun tümüyle dışında kalan bir konudur.
Her devletin bir anlayışı vardır. Örneğin İran “İslam” Cumhuriyeti’nde de devlet dairelerinde personelin başörtüsüz işine gelmesi “yanlış”tır. O devletin paradigması odur. Bu devletin paradigması budur. Devlet taraftır. Bizim devletimiz de kendi personelinin giyimi konusuda laik taraftadır. Dinsel bir inanç ifade eden, inanç derecesinin simgesi olmuş bir kıyafetin devlet koridorlarında varolması, ayrımcılıkları, grupçulukları, “vatandaşına göre hizmet” gibi sorunsalları beraberinde getirmesi çok yüksek bir olasılıktır.
İşte bu nokta, iktidarın samimiyet sınavıdır. Mesele, gerçekten eğitimde fırsat eşitliği meselesi midir? Yoksa başka birşey midir? Ak koyun kara koyunun belli olacağı nokta burasıdır. Sadece üniversiteyle sınırlı kalacaksa, bütün bu tantana özgürlükler yolunda veriliyorsa, şunu söylemeden kendine edemiyor insan:
Meğer ne çok isterlermiş kızlarının üniversiteye gitmesini.
Yanıp ölürlermiş üniversite için meğer. Helâl olsun…
Başörtüsünün kendisi yanlıştır.
Yasağı da yanlıştır.
Yasağının kalkma biçimi de yanlıştır.
Üstüste bu kadar yanlış.
Ne diyelim?
Tebrikler Ankara.
Dinci unsur, Milliyetçi Hareket’e ne kadar teşekkür etse azdır. Onların sayesinde bir parça da olsa bu konu çoğul bir uzlaşmanın eseri halini aldı. Milliyetçi unsurun bu işi getirmeye çalıştığı nokta ve kattığı boyut, hem siyaseten hem de vicdanen siyasi tarihimizde örneğini hemen hiç görmediğimiz doğrulukta bir harekettir. Bunca yanlışla dolu bu meselenin tek doğru noktası Milliyetçi çizginin konuya sürpriz yaklaşımı olmuştur. Bir siyasi partinin, bir ülke meselesine bu denli SOSYAL olarak yaklaşmasına dikkatli bakın derim. Ömrünüzün sonuna kadar bir daha böyle bir sorumlu bir siyaset örneği göremeyebilirsiniz. Ben bu yaşımda ilk defa görüyorum çünkü.
Freni patlayan bir kamyonun önüne geçerek onu yavaşlatmak ve onunla çarpışarak değil onu yavaşlatarak durdurmak. Benim gözümde yaptıkları budur.
Gönül isterdi ki, bir gün kalkacağı kesin olan bu yasak, daha geniş bir katılımla ve de hayatı sınırlayan diğer tüm yasaklarla aynı anda kalksın. Şunu da söylemeli. Bu yasağın olabilecek en kötü şekilde kalkmış olması bile, bu yasağın sürmesinden daha iyidir. Çocuklar okula gidecekler. Bir sorun varsa, oturulacak, konuşulacak evet gerekiyorsa da kavga edilecek. Her ne olursa olsun, çocuklar bu sırada okulda olacaklar. Zaman durmayacak, gelecekleri için büyüklerin kavgasının bitmesini beklemeyecekler. Onlar o sırada okullarında olacaklar.
Bu yasaklılığın sona erdirilmesi, herşeyden önce çok büyük bir siyasi ranttır. Uygulama yanlıştır, mağdur edicidir. Her mağduriyet kendi tepki dalgasını yaratır. Türkiye farkında değil, bu ülke iki seçimdir bu dalgaları aldı durdu. Bugünden sonra, bu mağduriyetin giderilmesinin, seçmen psikolojisinde oy verme davranışı olarak geri dönmesi çok yüksek bir olasılıktır. Şekil yanlış dahi olsa, en azından yanlışın kendisinden daha doğrudur. Bu niteliğiyle taşıdığı siyasi rantın, halihazırda zaten %40’lar seviyesinde olan bir parti tarafından yüklenilmesi yerine, iki parti arasında bölüşülecek olması, ülkemiz için selametli bir durum olmuştur. Kemalist kanadın, Milliyetçi Hareket’in liderine ithamlarda bulunmadan önce, soğukkanlı olmasında fayda var. Kendisi, gün geçtikçe orantısız bir güç olmaya doğru giden iktidar partisinin, oy artış ivmesini bir dengeye oturtan ve oturtacak olan adam olmuştur. Türkiye’nin ana muhalefet partisinin, sosyal bir yara halini almış böylesi derin bir konuyla ilgili demeci “Türkiye laiklikten sıkıldı herhalde” gibi veciz cümleler olursa, olacağı budur. Siyasi rekabetin kesintide olduğu bu dönemde, iktidar partisinin %60’lara 70’ler ulaşması hiç de zor değildir.
Gerçekte bu yasağı kaldıran tarafın
CUMHURİYET HALK PARTİSİ OLMASI GEREKİRDİ.
İşte o zaman bütün oyun bozulurdu.
Ama zaten, CHP böyle bir vizyona sahip olsaydı, muhtemelen kıyamet saati gelmiş olurdu. Hiçbir koşulda, bizim böyle bir sahneyi görme şansımız yoktu. Dolayısıyla bu son cümleyi kayıtlardan çıkarabiliriz.
Karanlıklardan aydınlıklara ulaşabilmek dilekleriyle
Tanrı’nın doğum günü kutlu olsun.
.
buRAK özDEMİR
.
.
BİR KİTAP HAYAL EDİN
.
.
.
.
Very good post. I will be going through a few of these issues as well..|